Istanbul->New York->Istanbul

10 mühim bir sayı.
New York’un Yukarı Batı bölgesinde 86’ıncı sokaktaki evimize ilk taşındığımızda, 3D kapı numaramızı gören bir arkadaşımız “Üç kere üç dokuzdur. Dokuzun gücüne inanın!” demişti. Bizi güldüren bu yorum, o zamandan beri kendi aramızdaki bir şakadır. Fakat bu defa da ben 10’un gücüne inanın diye yazıya başlayabilirim.
New York’ta önce öğrencilik, sonra da sanat işleri ile dolu dolu geçen 10 yılın sonunda, hayat ve iş ortağım Emir Gamsızoğlu ile hayatımızda yeni bir sayfa açıldı. 10 yıl New York’ta yaşadıktan sonra doğduğumuz şehre ve anadilimize geri dönme isteği ile adeta yanıp tutuşur olduk. 11. Yılın sonunda da Istanbul’a geri döndük. Bizi bu yanıp tutuşma haline getiren, daha evvel sahip olmadığımız bakış açısını son dönem işlerimizde irdeleyip farklı formlarda paylaşıyoruz. Ben bu konuyu daha dallandırıp budaklandırmadan kendi temel alanımdaki kısmına değineceğim.
Okul
2006’da Bilkent Üniversitesi Tiyatro Bölümü’nden mezun olduktan sonra Fulbright bursu ile Amerika’da Yüksek Lisans eğitimi için önümde çok şanslı bir kapı açılmıştı. Bu şansımı New York şehrinde olabilmek için kullanmak istedim ve neredeyse sadece adresini beğenerek başvuru yaptığım bir okuldan kabul alınca hem mecazi hem de fiziki anlamda uçarak Manhattan’ın yolunu tuttum. Biraz da hasbelkader gittiğim okul, New Actors Workshop, başıma gelen en iyi şeylerden biri oldu. Beni hem oyuncu, hem yönetmen hem de yazar olarak hazırlayan bu okul Amerikan tiyatro ve sinemasının temel taşlarını koyan isimlerin

founders
Paul Sills-George Morrison-Mike Nichols

büyük bir özenle tasarlayıp sunduğu bir programdı. Amerika’daki doğaçlama geleneğinin annesi Viola Spolin’in oğlu Paul Sills ve Sills’in kumpanyasında yetişen Oscarlı yönetmen Mike Nichols ve George Morrison’ın kurduğu bu okul benim için sanat eğitiminde bir ışık oldu. Biliyorum ki bu ışık bana hayat boyu yol gösterecek.
Çırak
Carol Sills rehearsal-1
Carol Sills ile provada

2009’da New Actors Workshop’tan mezun olduktan sonra hemen Spolin-Ist kuruldu. New York’ta öğrendiklerimden beni en çok etkileyen Spolin Metodunu hemen Türkiye’ye taşımak istedim. Spolin ve Sills ailesi ile iletişime geçerek Spolin’in metod kitabını çevirmek için izin aldım. 2010-11 sezonunda kitapların da editörlüğünü yapan yönetmen Carol Sills’in asistanlığını yaptım, bir yandan da Hareket Doğaçlaması derslerinde asistanlık yaparak ve Mike Nichols’ın ustalık sınıflarını asla kaçırmayarak eğitime bir yıl daha devam ettim. Nasılsa çıraklık işimizin en mühim öğrenme sürecidir ve bu süreç hayat boyu devam eder.
 
Gelişme
New York’taki tiyatro ve diğer sanat işlerimle beraber Spolin eğitmenliğini hiç bırakmayarak devam ettirdim. New York’taki Spolin-Ist Oyuncuları gösteriler yaparak seyirci ile buluştuğunda uzun süredir kurduğum bir hayal ete kemiğe bürünmüş oldu.
IMG_0778
Çehov New York’ta

Tiyatro işleri devam ederken bir gün Woody Allen’ın setine konuk olmak Emir ve bana hikayelerimizi film yoluyla anlatmak konusunda cesaret verdi. Hocam Mike Nichols’ın da öğütlerini kulağımıza küpe yaparak 3 farklı film projesine daldık. Artık her anlamda New Yorklu olmuştuk.
Lakin içimde uzaklardan gelen bir ses vardı, gittikçe de yakınlaşıyordu. Hani siz evdeyken sokaktan bir arabanın alarmı öter, önce sizi rahatsız etmez ama zamanla sizi deliye döndürecek bir hale dönüşür, camı açıp “Kimin bu araba kardeşim!” diye bağırasınız gelir. İşte buna benzer bir ses.
Türkçem benim ses bayrağım! 
Fazıl Hüsnü Dağlarca
Dağlarca

Lise yıllarımda üç kafadar olarak gezdiğimiz arkadaşlarım Yasemin ve Okan ile beraber Kadıköy’deki Hayat Kahvehanesine gidip büyük şair Fazıl Hüsnü Dağlarca ile sohbet ederdik. Şişe dibi gözlüklerinin ardında, bizimle hep ağzında hınzır bir gülümseme ve biraz huysuz ifadesi ile konuşurdu Dağlarca. Türkçe aşığı şair bize kelimeler uydurmamızı söylemişti. Bir de “Her gün yazın, hep yazın.” demişti. -Aynı öğüdü yıllar sonra Emir’in bestecilik hocası Pulitzer ödüllü David Del Tredici de ona söyleyecekti. Ustaların vardır bir bildiği.- “Türkçem benim ses bayrağım!” cümlesi hiç aklımdan çıkmaz. Benim içimdeki gitgide yakınlaşan ses de bana Türkçe konuşmamı, anlatmamı, yazmamı söylüyordu. Dağlarca neden bayrak kelimesini seçmişti? Çünkü bayrak bir kültürü bir nevi varoluşu temsil eden bir simgeydi. Benim”eve” dönerek bu”yeni ben” ile varoluş yolcuğuma yeni bir durak eklemem gerekiyordu. En azından ben şu an böyle hissediyorum.
Istanbul’un çekirdeksiz bir karpuz dilimini andıran bu tatlı ve sakin Ağustos ayında Spolin-Ist’in yeni programını hazırlamak, Emir ile kültür işlerimizi geliştirip paylaşacağımız bir yeni ev yaratmak benim için tarif edilmez bir mutluluk. Yeni sezonda Spolin-Ist 3 aylık kurlara bölünen toplamda 2 yıllık bir Spolin doğaçlama metodu eğitimi programı açacak. New York’taki okulum ve okul sonrası edindiğim deneyimlerle yoğrulan kısa süreli eğitimler programımız dahilinde olacak. Spolin-Ist’in yeni programının ismini koyduğumda bir arama yaptım, ve karşıma yine Fazıl Hüsnü Dağlarca çıktı.* Böylece bu işin iyiliğine inancım perçinlenmiş oldu. Spolin-Ist Oyun Okulu 2018 – 19 eğitim yılı programı çok yakında spolinist.com dan duyurulacak.
Daha ne yazayım, bizi izlemeye devam edin 🙂

Ege.

Ağustos 2018, Istanbul

The Sound of Istanbul is the Sound of #Love

Turkey, especially my hometown Istanbul has been the target of so many terrorist attacks for the last couple of years. In this age of instant information, the news goes around quickly, along with comments, and we pray and we share and pray and share…
Turkey is the bridge between two continents. Anatolia and Istanbul have always been the intersection of cultures and just like Turkish cuisine, Turkish music melts the elements of these cultures into a great mix. This time, composers Emir Gamsızoğlu and Erkin Arslan “cooked” Rhapsody on Istanbul Tunes in Western classical music style. The piece is based on three very famous Istanbul tunes and a Bach style basso continuo. Some of the greatest Western Classical Music composers are quoted in the piano part just like the people of Istanbul crossing the bridge between East and West every single day.
Standing in solidarity with all nations in East and West suffering from terrorism, we share the sound of Istanbul as a message of peace to heal our souls.
Listen to the sound of Istanbul and join our fight against war and terror by sharing the music that brings us together! Let’s spread the “good”.

Thoughts after a workshop / Bir atölyenin bitiminde düşünceler

Life is hard … for everyone… sometimes a little harder if you’re an artist. But then you do something, giving a piece of you and you get this warmth back which will be your fuel for a long time. That happened tonight at the end of our 20 hour Spolin Workshop. The work moved us physically, intellectually and emotionally as a group. Go Spolin-Ist !!
Hayat zor… herkese… eger sanatciysaniz bazen size daha zor. Sonra bir sey yaparsiniz, kendinizden bir parca vererek ve size bir sicaklik geri doner, onunla bir sure daha devam edecek enerjiyi elde edersiniz. Bu aksam, 20 saatlik Spolin Atolyesi’nin sonunda bu oldu. Spolin bizi fiziksel, entellektuel ve duygusal olarak etkiledi. Cok yasa Spolin-Ist 🙂

My Fall of Theater

IMG_8086
Privatopia in rehearsal!

The season started in full swing; First with music through our Classical for All concert series in Greenwich Village, then PRIVATOPIA ; a new play I’m taking part in as an actor! This was a chance to go back to one of my artistic homes; LaGuardia Performing Arts Center where I have premiered one of my first plays; “TEA for 3” back in 2012.

By the acclaimed writer Maria Efstathiadi, Privatopia is a multi-layered text about the increasing fear of “otherness” and the obsession of exclusivity in modern societies. After being shaken by the horrific news about the refugees fleeing from war in Syria, I think there can’t be a better time for the world premiere of this play. 

From the very first reading I was startled by the discussions among the board members of the “gated community”. 

“Everyone is talking about alternative lifestyles, we turned it into reality”

I’m playing one of the privileged characters living in this secure, gated community, where everything is in private hands, the food is organic, and the doors are sprayed with cyclonytode to prevent outsiders from entering. And yet, a strange cat was able to get in and even give birth to six kittens! 

Gated Community of Privatopia
Gated Community / Privatopia in rehearsal

While the board members are discussing this critical issue of what to do with this CAT, on the other side of the wall refugees are sharing their stories with the audience. The stories that most of us only hear from newspapers.

To me, Privatopia is an absurd, funny and poetic “clownery” opening a window into our own fears. I find fear to be a very distinct feeling that everyone in our modern world of comfort and technology is constantly promoting to sell us stuff like insurance, drugs, and even wars. 

What are you afraid of?

Come see* Privatopia at LPAC and let me know what you think after the show!

DATES:

Thu Nov 5, 2015 | 8:00P
Fri Nov 6, 2015 | 8:00PM
Sat Nov 7, 2015 | 8:00PM
Sun Nov 8, 2015 | 3:00PM
Wed Nov 11, 2015 | 2:30PM
Thu Nov 12, 2015 | 8:00PM
Fri Nov 13, 2015 | 8:00PM
Sat Nov 14, 2015 | 8:00PM

*LPAC is offering $8 tickets for the friends of the cast . So, if you want to come, fill the CONTACT form on the website and I can put your name on my list. Then all you’ll need to do is to mention that you’re on Ege’s discount group list at the box office. And wink 🙂

Click HERE for ​more info.
​How to get there: http://www.lpac.nyc/directions

Confessions of a Pianist's Wife

DSCN2028
Bilkent Symphony

When I was in the acting school in Bilkent University, I used to sneak into the concert hall next door to hear Bilkent Symphony and sit in the balcony and listen… I have to confess that couple of times I fell asleep while they were performing, not because I was bored – I hope- but the music was so soothing after a long day’s work in the acting school. It was also because I didn’t know almost anything about the composers or the pieces and I wasn’t engaged enough with what was happening in front of me.
Then I met Emir. He was a classical pianist. My interest in him was not because he was Mr. fancy pants playing the piano, on the contrary from the get-go I have understood that piano will be his true love and I had to act accordingly!
I remember one day, just couple months after we started dating, he was getting ready for an important concert in which he was going to play Mendelssohn’s Violin-Piano Concerto with Marina. This peanuts-700x290_lineartopia_1was a piece that he never played before and he only had 50 days to get ready (Which is crazy, if you have any idea about playing piano). So he was practicing in the apartment with his second lover, the metronome (Miss Metronome is very annoying) and was working on a particular passage, over and over again. He has started from a VERY slow tempo and one notch at a time he was getting faster and was still struggling. He stopped, and said “Okay” took a deep breath “Let’s start over” And he went back all the way down to the slowest tempo one more time. I was stunned and annoyed and shocked and scared all at the same time. I said “I’m going”, “Where?”, “I will take a walk”. He didn’t question he knew that it was unbearable.
While I was walking I thought “If I keep dating him, and if this relationship goes somewhere, this will be my life… Do I really want this?” Then I called my friend Yasemin telling her what happened and while I was talking to her, I remember feeling good about this overall situation. Because I knew what it was to put up with the struggles and sometimes pain in order to make your dream come true.
photo 1Years went by, piano, metronome, Emir and I are happily married for 6 years now, living in a tiny apartment in New York all four of us. We don’t have children yet, but our foursome gave birth to projects that combine the two loves of our lives; music and theater. Together we created projects like Drama in Beethoven, Talking to Schubert, Genius by Chopin, Two Faces of Schumann… and produced casual concerts and shows in Caffe Vivaldi. Now we are getting ready for a big chamber music concert which will feature seven great musicians from our interdisciplinary group “New Yorker Ensemble” playing a fun concert themed “Folk in Classical Music”.
Obviously along the years I became a huge classical music fan. I often find myself bored while listening to other genres, except when there is a great virtuoso or a truly great voice performing. I find it boring because I feel like the music keeps repeating itself instead of making me travel from land to land, tickling my mind and touching my heart, like classical music does. Some people say that classical music is a “special” thing, they often use the word “education” with classical music. And with “education”, “institutions” come to mind, which I think take it away from our daily life and makes us see it “special”. So this may be seen as a nice round vicious circle, a loop-hole in our culture.
Emir used to say that it takes a little bit more time, maybe requires some effort to become a classical music lover. So you can build patience to follow a long piece of music without words (Of course not every classical music piece is without words, I’m speaking generally here). Also having a context helps, knowing about a composer’s life, what was he or she trying to achieve at that point of his/her life. But hey, every good thing has a price, so this is the price for classical music; taking a moment, slowing the time to breathe with music, to stay present with music. I find it entertaining. I will always remember my first time hearing The Rite of Spring from Concertgebouw Orchestra in Istanbul’s Ataturk Kultur Merkezi. It was like listening to a rock concert, my heart was pounding so hard the whole time. After the concert we couldn’t stop talking about it. So, exposure to live classical music helps tremendously, especially if you are witnessing great musicians playing with all their might.
New Yorker Trio @Caffe VivaldiOur cafe concerts at West Village’s Caffe Vivaldi have been so powerful for our audience, because they get to witness music being created right in front of their eyes; no stage lights, no musicians in black dresses coming from a backstage, no “magic”, just music… Once a young audience member came to us after concert and said “This is the most real thing I have seen for a long time”. His feedback made us very happy. Because that is what we’re tying to achieve. No dress codes, no procedure, no institution, no tickets, just a donation box… We said, if people like what we’re doing, they will support. We named ourselves “Classical for All”
Seiko-DM50S-Clip-Digital-Metronome
Miss Metronome

As for our “foursome”, I find myself lucky to be sharing my tiny apartment with Emir’s lovers, although I still want to choke Miss Metronome at times.
Here’s a little clip as a sneak peek into Folk in Classical Music that will be performed on May 20th at Greenwich House Music’s intimate Renee Weiler Concert Hall:

My interview with Eve Ensler & listening to Women's Voices

Vagina Monologues_dvdWhen I heard about the auditions for The Vagina Monologues that would be produced in my Upper West Side neighborhood, I thought, “How convenient!”  Then I learned that one monologue was about a Bosnian woman who was raped during the civil war. In my little actress mind, I thought I’m a great “cast” for that part. This was in 2010. I hadn’t read the play or seen it but I was already judging it by its name. Just like many others, I was thinking how irrelevant it is to be talking about our vaginas.
During the audition, there was a group of women, explaining that this is more than theater, or acting, this project is about raising awareness about violence against women and girls while raising money for groups which serve survivors. Then the leaders started talking about making cupcakes and selling raffle tickets… I was lost. I didn’t know how to make cupcakes! I Ege-Eve_2011still don’t, but now I know a thing or two about raising awareness and money for women’s issues.
I met Eve during my second year working with 4thU V-Day. By then, I had witnessed the strength of her work and the power of community theater. But still I was expecting to see a self-centered person, considering that she is a global heroine. On the contrary she was normal–a nice, direct and encouraging person and yes, of course, a global heroine. “What a smart woman!” I remember thinking. 

Bu yıl yönettiğim prodüksiyon 'Kadınların Sesleri'
March 27 &28 th at 160 CPW

Here I am, in my sixth year working as an “artivist” with 4thU V-Day of the Upper West Side of New York. I co-directed The Vagina Monologues for three years in a row and performed several different parts as an actress.  
This year for our 2015 production I am curating/directing a compilation of different female playwrights’ works titled “Women’s Voices” * , which will open at the end of this month. This will be the opening act on another evening of fundraising and consciousness expanding embodied in Eve Ensler’s musical, “Emotional Creature.” (For details & tickets: http://www.4thu.org/v-day-2015/ )
This year, the growing number of victims of violence in my home country, Turkey, highly alarmed me. I wanted to do more to combat this trend. By now I was becoming familiar with turning to Eve for guidance so I went to interview her. The resulting conversation was inspiring and appeared in one of the biggest newspapers in Turkey (Click to read the interview in Turkish). Here I would like to share some of this inspiration from Eve’s vision that created V-Day and One Billion Rising, with her own words.
I am personally fascinated by the idea of doing something positive to create the change that you want, instead of solely complaining about things. I asked Eve what she thinks about the power of arts in creating social change. Here’s what she said;

“Art allows us to get out of the duality that keeps us separated. Brings us to a whole new level of consciousness where we connect with our hearts in our spirits. Dancing allows women to release their trauma and claim public space. I think when we move our bodies it creates an energy that shifts consciousness. And I think drumming is so powerful, symbolizes the rhythm of revolution, it’s the heart beat of life; it connects us all.”

Eve Ensler - photo by B Lacombe
Eve Ensler – photo by B Lacombe

Many people may think that violence is such an overwhelming problem. “What difference would it make if I create something in my little world?” I wondered what would be Eve’s answer to those questions.

“Any individual who does shift consciousness and stands up against oppression, changes the world. And I think we have to really believe that we are that powerful and what we do is that important. This capitalist bubble, this patriarchal structure that we are under makes us believe that we don’t matter, our beliefs and actions don’t matter but I actually think the opposite is true. When you do anything, whether it’s in your home, your village, church, synagog, or in our place of work, it begins to shift consciousness. And we saw that. First year there were men who rose with us, the next year there were many men, this year there are a lot of men. That’s change. And I think it begins with one person, it begins with you.”

V-Day’s spotlight campaigns for the last 17 years were all around the world; Congo, Iraq, Afghanistan, New Orleans, Haiti… And Eve has been traveling the globe to coordinate and connect those communities of resistance, strength and hope. Based on her vast experience, I wondered if she was able to see a pattern that invites violence against women.

“As long as patriarchy is the basis of human existence and consciousness, violence will always be used to sustain it. It’s the methodology that sustains patriarchy.”

Violence has many faces, sometimes it’s physical, sometimes verbal and sometimes it’s behavioral and very subtle. We face it everywhere. In some cultures we get used to it which, I think leads to the worst consequences–raising the new generations who finds violence against women “normal”. I am devastated whenever I see a new product that prevents a woman from getting raped such as Undercover Colors, Anti-Molestation Jacket, Anti-Rape buckles and bras ( http://www.oddee.com/item_98705.aspx ). We are living in an age that everything is a finger tap away but we still need to buckle to prevent ourselves from being raped??As much as I do not want to believe it, these are real life stories that keeps happening all around the world. So what do we do?

“What we have to do is to keep reconstructing patriarchy. That means, giving boys and men a chance to re-perceive masculinity and manhood, women standing for their rights and speaking up the truth, breaking the silence, and all of us rising to say that there is another way of behaving on this earth which isn’t about domination and occupation and violation.”

I believe there certainly is another way to share this world without trying to dominate, occupy or violate. To me this is not just feminism, this is about humanism.

*“Women’s Voices” curated & directed by Ege Maltepe

Featuring plays & playwrights;
“Infestation” by Mia McCullough
“Life Refused” by Maia Brami“Continental Us” by Brenda K. White
“Natural Novice” by Siobhan O’Loughlin“Yes I Touch Myself” by Poppy Liu 
“TITS by Prof G” by Ege Maltepe
“A Change of Heart, So To Speak” by Kitty Chen
“To The Woman Who Screamed at Her Child” by Sarah Diamond Burroway
“Ultimate Girls Getaway” by Hillary King 
* Special thanks to Eve Ensler, V-Day team, the team of 4thU V-Day, and Milliyet Newspaper.

Ensler & 4thU VDay before opening night of Vagina Monologues - 2011 Photo: www.jlaphotography.com
Ensler & 4thU VDay before opening night of Vagina Monologues – 2011 Photo: www.jlaphotography.com

Yola çıkmadan önce yazı

Uzun bir süre, ve New York’ta dolu dolu, yeni işler ve öğrenmelerle geçen bir sezondan sonra Spolin-ist eğitimleri için yol göründü! Uzun süredir bana ulaşan ‘ne zaman’ ‘ne zaman’ diye mesajlar yazan Spolin meraklılarına nihayet “İşte şu zaman, hadi!'”diyebiliyorum. 7 Kasım’da başlayacak olan Spolin Atölyesi‘nin kontenjanı şimdiden doldu. Hemen sonrasında ileri seviye bir eğitim başlayacak. Kasım’ın son hafta sonu için ise 2 günlük bir Metod Oyunculuk Merkezli Oyunculuk Tekniği eğitimi açılıyor.
Metod Oyunculuk eğitimi yakın zamanda kaybettiğimiz hocam George Morrison’ın egzersizlerinden birkaçını içerecek. Geçtiğimiz hafta çocuklarının düzenlediği bir anma gününde ailesi ve jenerasyonlar boyu çalıştırdığı öğrencileri bir araya gelip George’un hayata bakışı, eğitmenliği, oyunculuk mesleğine sevgisi ve emeği üzerine hikayeler anlattık. Herkes New Actors Workshop’ın hayatında yalnızca profesyonel olarak değil, kişisel olarak da açtığı kapılardan bahsetti.
the-new-actors-workshop-profileBen özellikle dünyanın bambaşka bir yerinden gelen bir oyuncu olarak, George’la çalışma fırsatı bulduğum için kendimi inanılmaz şanslı hissediyorum. George’un oyunculuk eğitimine bakışı yalnızca kendi derslerine değil, okuldaki tüm derslerin içeriğine ve birbiriyle uyum içinde akışına yansımıştı. Daha önce 4 yıllık bir oyunculuk okulundan mezun olmuş deneyimli bir ‘öğrenci’ olarak kısa sürede New Actors Workshop‘taki derslerin ne kadar özenle seçilip, dikkatle adım adım ilerlemesinin bir tesadüf olmadığını, ve bu uyumlu ve sistematik ilerlemenin arkasında okulun kurucularının, ve özellikle George Morrison’ın olduğunu farkettim. Okul  “Ben asla eğitmen olmayacağım” diye dolanan Ege’yi 2 ay içinde “Oyunculuk eğitmenliği çok önemli bir iş” diye dolanan Ege’ye çevirdi.

George @Studio B – Arkasındaki duvarda yazan yazı: “Things start before you are aware of them” (Şeyler sen onların farkında olmadan başlar)

George hemen hemen her derse yeni bir egzersizle gelirdi. Oyuncu hazırlanmasının öneminin altını çizerdi. Tek yaptığı şey de oyuncuyu hazırlamaktı. “Elinizde olan tek şey hazırlıktır. Çalışmanızı sahneye çıkmadan yaparsınız. Sahneye çıktıktan sonra tek yapacagınız o anda orada olmak, partnerinizle iletişim kurmak ve yaptığınız çalışmanın size etki etmesini umut etmektir.” derdi.
Viola Spolin’in tekniğinden de çok etkilenen George, Method Acting, Gestalt, Alexander Tekniği ve oyunculuk, bedensel farkındalık üzerine daha birçok farklı yaklaşımı insan psikolojisi ve davranışı üzerine yaptığı okumalarla birleştirerek kendi tekniğini oluşturmuştu. Evi dağınık bir kütüphane gibiydi zaten.
Ben şanslı öğrenci olarak, birçok eğitmenin olduğu gibi maalesef George’un da favorileri vardı (bu ondan örnek almamaya çalıştığım bir özelliği:) , sınıfa yeni bir egzersiz öğretmek istediğinde örnek olarak kullanacağı oyuncusu oluyordum. Örneğin 3 Kanal egzersizini, Sarhoş egzersizini, ve Substitute (Yerine Koyma) gibi egzersizleri George’un yönlendirmesiyle deneme fırsatım oldu. Bu egzersizleri yaparken çoğu zaman oyunculuğun ötesinde kendi iç dünyama kapılar açıldı. Hatta bir tanesinden sonra, psikolojimin değişmesi için her zamanki gibi sakince “Şimdi dışarı çıkıp biraz yürüyüp gelmeni istiyorum” demişti. George oyuncunun kendi iç dünyası ve travmalarıyla yüzleşmesinin, kendini tanımasının bir karakteri canlandırırken de o karakterin dünyasını analiz edip içine girebilmesi için gerekli olduğunu düşünüyordu. Bize yaz okuması olarak verdiği kitap oyunculuk değil, psikoloji ile ilgiliydi.
George Actors Studio’nun ‘Actors Studio’ olduğu dönemde Lee Strasberg’ün öğrencisi olmuş, Gene Hackman‘dan Dustin Hoffman’a dönemin ünlü oyuncularının koçluğunu yapmıştı. O jenerasyonun son adamlarındandı anlayacağınız. Son dönemde eski zamanlardaki insanların ne kadar da dolu, gerçek ve ‘cool’ olduğundan bahsediyoruz Emir‘le hep. Şimdi hepimizin birşeyleri satmakla uğraşmaktan o şeyin içeriğini yeterince dolduracak vakti ayırmadığımızı konuşuyoruz. Ben, George’un öğrencisi olup daha sonra hem sanatçılığı hem de eğitmenliği bir arada götüren kişilerden hiçbirimizin George’un tırnağı etmediğimizi düşünüyorum. Tabii onlar da kendinden önceki jenerasyonun kendilerinden daha iyi olduğunu düşünüyorlardı. Ne demişler “Bir önceki jenerasyonun dediğini yap yaptığını yapma” Yok olmadı bu laf buraya… ne yapsak bilemedim 🙂
29-30 Kasım’da 8 saatlik bir çalışmayla George’un bana New Actors Workshop’ta öğrettiği egzersizlerden benim çoook işime yarayan ve oyunculuk tekniğinin temellerini oluşturan bir seri egzersizi aktaracağım. Müsaitseniz geliniz, yararlanınız.
 

SADİYE*

*Anneannemin ölüm yıldönümü anısına

Özgür bir kadındı Sadiye. Kafasına koyduğunu yapar, kimseyi pek dinlemezdi. Özgür olduğunu sanıyordu özgür olmaktan çok. 21. yüzyıl kadını olsaydı mutlaka iş güç sahibi olur, tek başına yaşar, canı istedi mi arabasına atlar güneye gider, canı istedi mi kendinden genç erkeklerle dolaşır sevişirdi. Ama 21.yüzyıl kadını değildi Sadiye, bir iş güç de tutturamamıştı gençliğinde. 17 yaşındayken yaşı büyüttürülüp evlendirilmişti zaten. Kocasının malı mülkü de vardı, yakışıklıydı da. Hoşlanmıştı ondan Sadiye. Heyecanlandı evleneceğini öğrendiğinde.

Çocukluğu bahçelerde geçmişti Sadiye’nin. Meyve ağaçları aklında kalacaktı yaşlanınca en fazla. İncir ağacına çıkar, büyükçe bir dala oturur, koparıp soyup incir yerdi. Dut ağacını sallarlardı ablalarıyla altına çarşaf serip. Ağabeyini severdi en çok. Bir süveter ördü bir gün ona. Ağabeyi ‘Sakın önce sen giyip beni mahallede rezil etme’ dedi. Sadiye de süveter biter bitmez üstüne giyip mahalleye çıktığı yetmezmiş gibi bir de fotoğrafçıya gidip resim çektirdi üzeri desenli yeni örülmüş süveterle. İnatçıydı Sadiye, sanki ona yapma denileni yapmak göreviydi.

Büyük bahçelerden ayrıldı Sadiye evlenince. Erenköy’ü bırakıp Kartal’a geldi. Elmaslar alındı ona düğününde. Erenköy’deki evinden çıkmadan gelinlikle resmi çekildi. Bir eliyle eteğini tutmuş, sağlıklı yanaklarıyla gülerek poz verdi. Düğünden bir yıl önce nişanlandılar Tahsin’le. Tahsin onu Beyoğlu’na götürdü. Kebap yediler, patlıcanın yanında sıralanmış etler. Muhallebi yediler sonra İstanbul’un en meşhur muhallebicisinde. Sonra bir otele götürdü Tahsin onu. Seviştiler. ‘Bizim nişan nikah bir arayadaydı!’ diye anlatacaktı bu olanları Sadiye yaşlanınca. Belediye nikahlı kocasıyla düğün dernekle biraraya geldi Sadiye. Kartal’da büyük bir evde, Tahsin’in ailesiyle yaşamaya başladı.

Yakın zamanda bir kızları oldu. Sadiye henüz çocuk, 21. yüzyıl kadınları için ergen üniversite çağında. Halalarına benzedi bu kız çocuk. Sadiye çocuk, Perihan bebek yaşıyorlardı Kartal’da, artık ağaçlara çıkmadan, sokaklarda çok dolanmadan. Tahsin Kartal’ın en sevilen delikanlısı, 21. yüzyıl erkekleri için hala çocuk. Babası ile balığa giderlerdi. Kartal rıhtımından tekneleriyle açılırlardı Marmara’ya, belki oradan Karadeniz’e. Sormazdı Sadiye. Sevmezdi denizi de. Kardeşi de denizdeydi hep. Denizaltı subayı. Bir çıkardı yola, açılır açılır denizde, aylarca gelmezdi geri. Ablalarından çok abisini severdi Sadiye. Kayınvalidesinden çok kayınpederini. Kızlarından çok oğlunu sevdi sonra.

Bir oğulları oldu Tahsin ve Sadiye’nin. Tüm Kartal’da kutlamalar yapıldı. 20. yüzyılda erkek evlat daha değerliydi, soy devam edecekti, erkek direkti. Hay bu soyadı kanununu çıkaranın! diyeceklerdi kız çocuklar bir yüzyıl sonra. Bilemediler belki de Sadiye Tahsin’den boşanacaktı. 

Sadiye çok çekti kayınvalidesiden, görümcelerinden. Görümceleri kıskandılar Sadiye’yi, sevmediler. Tahsin’i de sevmezlerdi zaten. Kutlamalar yapılmıştı Tahsin doğduğunda, erkek evlat daha değerliydi ne de olsa. Daha bebekken mutsuzluk ekerdi tüm mahalle aileye. Sevmediler ağabeylerini onlar da, ağabeylerin bir suçu yoktu. Suç yüzyılındı halbuki. 

Yüzyılın ağırlığı erkeklerin üzerine binmişti. Sert olmak için içki içer, yasaklar koyarlardı. Yasaklar Sadiye’yi durdurmaz, inatla tekrar yapardı Sadiye ‘Yapma’ denileni. Kahvenin önünden de geçerdi, kafasına esti mi evi de badana ederdi, ‘Yeter artık içtiğin’ dercesine haşince sofrayı da toplardı Sadiye. 

İkinci çocuğu bile doğurmamak için, bebek düşsün diye gardıropların üzerinden atlayan Sadiye tekrar hamile kaldı. İstemiyordu çocuk artık. Kendisi çocuktu hala. Beyoğlu’ndaki gibi de değildi artık sevişmeler. Bu son çocuk erken doğdu. ‘Ölür’ dedi herkes. ‘Kaşık kadardı’ diye anlatacaktı yaşlanınca minik kızının yeni doğmuş halini. Babası bile yaşamaz derken, yaşadı Nurhan. 

Bir ablası bir de ağabeyi vardı, anneleri onlardan az kabaca. Kartal’da herkes onları tanır, dedeleri ne isterlerse alırdı. Bayramda yeni bayramlıklar, kasa kasa Çamlıca gazozları, bütün gelen pastırmadan korkardı Nurhan mutfakta öylece duran, kırmızı kırmızı. Tüm gün yemek yapardı haminneleri, tüm aile sofraya oturur yarım saatte tüketirlerdi bütün günün emeğini. Balıklar, patlıcanlar, meyveler hep en tazesinden. 21. yüzyıla göre organik sofralar. Yeni yüzyılın suçu olacaktı meyve bahçelerini, sebze bostanlarını yok edip üstüne ev yapmak.

Tahsin çok iyi adamdı. Kartal’da onu herkes tanır, severdi. Sofralarda kimseye hesap ödetmez, herkese yardım ederdi. Adam gibi adamdı, karısına da çok aşıktı. Ailenin genç erkeğiydi, annesinin etkisinde, kızkardeşlerinin gözü üstünde, tüm mahallenin eli omzundaydı. Erkek evlat olmak hem kolay hem de zordu o yüzyılda. Erkek adam içki içer, dağıtırdı masaları. Erkek adam sözünü de dinletirdi, masaya da vururdu yumruğunu icabında karısına da. Çok aşıktı Tahsin bir gece eşek sudan gelinceye kadar dövdüğü Sadiye’ye. Sadiye bayıldı geniş evin geniş mutfağında. Kasadan gazoz almış Nurhan Çamlıca gazozu döktü yüzüne Sadiye’nin, ayılır diye. Ayılmadı Sadiye. Bir gün tak etti canına, Nurhan’ı da alıp gitti Sadiye Erenköy’e, bir başka geniş eve. 

Erenköy’deki ağaçlar Sadiye’yi tanır, bahçe kapısı kendiğilinden açılırdı bu defa çocuklu, kendisi hala çocuk Sadiye’yi görünce. Sadiye toprak sahibi aristokrat ailenin kızı. Annesi de Sadiye gibi inatçı ve özgür, evlenmişti evin yanaşması ile zamanında. Yanaşma toprak sahibi olmuş, hiç çalışmamıştı hayatı boyunca. Sadiye hiç bahsetmedi babasından yaşlanınca bile. Annesinden azıcık. ‘Hep yatarken gördüm ben dedemi’ diyecekti torunları Sadiye’nin babasını hatırlarken. Bir de anneanne ile dedenin aşkını anlatacaklardı, ‘Gündüz vakti, odalarına girer yatarlardı’ diye. Bencil bir aşkın çocuğuydu Sadiye, bahçeler onun ailesi olmuştu. Yaşlanınca da hep ağaçlar altında oturmaya gidecekti torunları ile.

Nurhan bekledi Sadiye’yi geniş evin taş sahanlığında. Sadiye’nin annesi ve babası “Biz bakamayız” dedi, geri çevirdiler Sadiye’yi. Sadiye ne yapacagını bilemedi, ne diyeceğini bilemedi. Torunlarına hiçbir hikaye anlatmadı annesinden babasından kalan, ne annesinin yaptığı yemekler, diktiği etekler, hiçbir anı geçmedi sonraki kuşaklara. Sadiye gençti, sessiz kaldı. Tahsin’i çağırdı Nurhan’ı alması için. Bir hışımla geldi Tahsin, aldı kızını, eve dönerken bir de fotoğrafçıda resim cektirdiler Nurhan’la. Nurhan hatırladı her şeyi hayatı boyunca, sahanlıkta bekleyişi.

Sadiye ve Tahsin ayrıldı. 20. yüzyıl ortasında boşanmak büyük mesele. 

********

Bu yazıyı anneannem yoğun bakımdayken yazmaya başlamıştım. Son paragrafı yazarken haberi aldım. Öylece kaldı Sadiye’nin hikayesi. Belki ilerleyen zamanlarda tamamlarım. Daha sonra eski resimlerden de eklemeler yapacagım. Şimdilik bu kadar. Olaylar pek tabii benim perspektifimden, büyük çoğunluğu anneannemden duyduklarımdan esinle yazılmıştır. 

The Girl Conducting the Choir – like no one is watching!

I was so glad that this video of a little girl from Kyrgyzstan went viral couple months ago. Not only because she is the cutest thing in the world with her blue dress and her pink cheeks, but she is showing us something that we all missed in our grown up world. The little girl, Lara, is conducting a choir with so much passion and freedom; a perfect example for creative expression.
So, what is creative expression, or creative experience? And how do we get there? Well, that is the question… Viola Spolin explains it through stepping into our intuition “My vision is a world of accessible intuition” she says and adds;

“The intuitive can only respond in immediacy – right now. It comes bearing its gifts in the moment of spontaneity, the moment when we are freed to relate and act, involving ourselves in the moving, changing world around us.”

And she adds…

“Through spontaneity we’re reformed into ourselves. It creates an explosion that for the moment frees us from handed-down frames of reference, memory choked with old facts and information and undigested theories and techniques of other people’s findings. Spontaneity is the moment of personal freedom when we are faced with a reality and see it, explore it and act accordingly. In this reality the bits and pieces of ourselves function as an organic whole. It is the time of discovery, of experiencing, of creative expression.”

Spolin improvisation is after creating those spontaneous moments over and over again in the acting training. But to me her work is so much more than just an acting technique, it almost teaches us how to be a human being again. It makes us go back to beginning, where we all used to feel like Lara; conduct the chorus, conduct our life like no one was watching!
If your train of thought keeps traveling like mine does and you say; “So what’s wrong with us, what happens when other people are watching?” You need to read “Approval/Disapproval Syndrome” in Spolin’s book “Improvisation For The Theater” 🙂
My thoughts are traveling even further back to the existentialist philosopher, Jean Paul Sartre who, in his play “No Exit” said; “L’Enfer, c’est les autres”;“Hell is other people”   Maybe it’s time to produce it in our theatrical matinees in Caffe Vivaldi!
Oh, but before getting more philosophical, here’s Lara conducting a chorus. She’s a delight… Enjoy!

A series of Spolin Improvisation classes will open in May. Let’s look for those moments of creative expression together!
More info: www.spolinist.com/new-york

 

In-Yer-Face with Beethoven!

photo 1I consider myself as a very lucky person, because I’m married to a classical musician whose work involves some of the greatest artists in the history of human kind. Often I get to hang out with people like Chopin, Bach, and Rachmaninoff. Everyday I’m witnessing how music, as one of the most abstract art form, can become the spokesperson of your emotions. Unfortunately I don’t play any instrument ( “Yet!” yells my former acting teacher George Morrison who often speaks to me in my head) but I’m a devoted listener of classical music since the day I met Emir.
Nowadays we are getting ready to perform our show DRAMA IN BEETHOVEN in New York City. This is a project that we’ve developing since 2009.

So ladies and gentlemen, Ludwig is in da house!

Ludwig Van Beethoven
Ludwig Van Beethoven

Reading about Beethoven’s life, his truthfulness, stubbornness and the way he directly speaks his mind, makes me think, “This guy had balls!”, and sometimes I wish I could be like him, even though he had a lonely life full of dysfunctional relationships. But then I think maybe some people has to suffer in order to create masterpieces like Hammerklavier.
The truthfulness, passion and consistency in Beethoven’s music, to me is incomparable even when I consider the other greatest composers (Here,  Emir would argue with me and tell me about the intelligence behind Bach’s Preludes-Fugues, ok I get it!). But to me Beethoven is unique, because when I listen to his pieces I feel like he just speaks to my face, holding me from my shoulders so I don’t run away. He speaks his thoughts, his anger, his love, his victories and losses… and he doesn’t let me go, he wants me to hear and understand every word! And he’s damn honest!
In DRAMA IN BEETHOVEN we conduct an experiment to give an option to the listener while listening to classical music, we link Beethoven’s music to stories. For example an important part of the performance is about the relationship between Shakespeare’s The Tempest and Beethoven’s Tempest Sonata, in that part I get to blush with excitement since two greatest artists are in the room together.
Come, join us and see me blush in West Village’s best music cafe, so Beethoven can talk to your face!
January 25th 6pm January 26th 4pm, at 32 Jones Street, 10014
Read our interview on Manhattan’s West Side Spirit (NY PRESS) http://nypress.com/striking-a-chord-with-the-younger-generation/
peanuts-700x290_lineartopia_1
P.S. DRAMA IN BEETHOVEN is a CLASSICAL 4 ALL Project.