Istanbul->New York->Istanbul

10 mühim bir sayı.
New York’un Yukarı Batı bölgesinde 86’ıncı sokaktaki evimize ilk taşındığımızda, 3D kapı numaramızı gören bir arkadaşımız “Üç kere üç dokuzdur. Dokuzun gücüne inanın!” demişti. Bizi güldüren bu yorum, o zamandan beri kendi aramızdaki bir şakadır. Fakat bu defa da ben 10’un gücüne inanın diye yazıya başlayabilirim.
New York’ta önce öğrencilik, sonra da sanat işleri ile dolu dolu geçen 10 yılın sonunda, hayat ve iş ortağım Emir Gamsızoğlu ile hayatımızda yeni bir sayfa açıldı. 10 yıl New York’ta yaşadıktan sonra doğduğumuz şehre ve anadilimize geri dönme isteği ile adeta yanıp tutuşur olduk. 11. Yılın sonunda da Istanbul’a geri döndük. Bizi bu yanıp tutuşma haline getiren, daha evvel sahip olmadığımız bakış açısını son dönem işlerimizde irdeleyip farklı formlarda paylaşıyoruz. Ben bu konuyu daha dallandırıp budaklandırmadan kendi temel alanımdaki kısmına değineceğim.
Okul
2006’da Bilkent Üniversitesi Tiyatro Bölümü’nden mezun olduktan sonra Fulbright bursu ile Amerika’da Yüksek Lisans eğitimi için önümde çok şanslı bir kapı açılmıştı. Bu şansımı New York şehrinde olabilmek için kullanmak istedim ve neredeyse sadece adresini beğenerek başvuru yaptığım bir okuldan kabul alınca hem mecazi hem de fiziki anlamda uçarak Manhattan’ın yolunu tuttum. Biraz da hasbelkader gittiğim okul, New Actors Workshop, başıma gelen en iyi şeylerden biri oldu. Beni hem oyuncu, hem yönetmen hem de yazar olarak hazırlayan bu okul Amerikan tiyatro ve sinemasının temel taşlarını koyan isimlerin

founders
Paul Sills-George Morrison-Mike Nichols

büyük bir özenle tasarlayıp sunduğu bir programdı. Amerika’daki doğaçlama geleneğinin annesi Viola Spolin’in oğlu Paul Sills ve Sills’in kumpanyasında yetişen Oscarlı yönetmen Mike Nichols ve George Morrison’ın kurduğu bu okul benim için sanat eğitiminde bir ışık oldu. Biliyorum ki bu ışık bana hayat boyu yol gösterecek.
Çırak
Carol Sills rehearsal-1
Carol Sills ile provada

2009’da New Actors Workshop’tan mezun olduktan sonra hemen Spolin-Ist kuruldu. New York’ta öğrendiklerimden beni en çok etkileyen Spolin Metodunu hemen Türkiye’ye taşımak istedim. Spolin ve Sills ailesi ile iletişime geçerek Spolin’in metod kitabını çevirmek için izin aldım. 2010-11 sezonunda kitapların da editörlüğünü yapan yönetmen Carol Sills’in asistanlığını yaptım, bir yandan da Hareket Doğaçlaması derslerinde asistanlık yaparak ve Mike Nichols’ın ustalık sınıflarını asla kaçırmayarak eğitime bir yıl daha devam ettim. Nasılsa çıraklık işimizin en mühim öğrenme sürecidir ve bu süreç hayat boyu devam eder.
 
Gelişme
New York’taki tiyatro ve diğer sanat işlerimle beraber Spolin eğitmenliğini hiç bırakmayarak devam ettirdim. New York’taki Spolin-Ist Oyuncuları gösteriler yaparak seyirci ile buluştuğunda uzun süredir kurduğum bir hayal ete kemiğe bürünmüş oldu.
IMG_0778
Çehov New York’ta

Tiyatro işleri devam ederken bir gün Woody Allen’ın setine konuk olmak Emir ve bana hikayelerimizi film yoluyla anlatmak konusunda cesaret verdi. Hocam Mike Nichols’ın da öğütlerini kulağımıza küpe yaparak 3 farklı film projesine daldık. Artık her anlamda New Yorklu olmuştuk.
Lakin içimde uzaklardan gelen bir ses vardı, gittikçe de yakınlaşıyordu. Hani siz evdeyken sokaktan bir arabanın alarmı öter, önce sizi rahatsız etmez ama zamanla sizi deliye döndürecek bir hale dönüşür, camı açıp “Kimin bu araba kardeşim!” diye bağırasınız gelir. İşte buna benzer bir ses.
Türkçem benim ses bayrağım! 
Fazıl Hüsnü Dağlarca
Dağlarca

Lise yıllarımda üç kafadar olarak gezdiğimiz arkadaşlarım Yasemin ve Okan ile beraber Kadıköy’deki Hayat Kahvehanesine gidip büyük şair Fazıl Hüsnü Dağlarca ile sohbet ederdik. Şişe dibi gözlüklerinin ardında, bizimle hep ağzında hınzır bir gülümseme ve biraz huysuz ifadesi ile konuşurdu Dağlarca. Türkçe aşığı şair bize kelimeler uydurmamızı söylemişti. Bir de “Her gün yazın, hep yazın.” demişti. -Aynı öğüdü yıllar sonra Emir’in bestecilik hocası Pulitzer ödüllü David Del Tredici de ona söyleyecekti. Ustaların vardır bir bildiği.- “Türkçem benim ses bayrağım!” cümlesi hiç aklımdan çıkmaz. Benim içimdeki gitgide yakınlaşan ses de bana Türkçe konuşmamı, anlatmamı, yazmamı söylüyordu. Dağlarca neden bayrak kelimesini seçmişti? Çünkü bayrak bir kültürü bir nevi varoluşu temsil eden bir simgeydi. Benim”eve” dönerek bu”yeni ben” ile varoluş yolcuğuma yeni bir durak eklemem gerekiyordu. En azından ben şu an böyle hissediyorum.
Istanbul’un çekirdeksiz bir karpuz dilimini andıran bu tatlı ve sakin Ağustos ayında Spolin-Ist’in yeni programını hazırlamak, Emir ile kültür işlerimizi geliştirip paylaşacağımız bir yeni ev yaratmak benim için tarif edilmez bir mutluluk. Yeni sezonda Spolin-Ist 3 aylık kurlara bölünen toplamda 2 yıllık bir Spolin doğaçlama metodu eğitimi programı açacak. New York’taki okulum ve okul sonrası edindiğim deneyimlerle yoğrulan kısa süreli eğitimler programımız dahilinde olacak. Spolin-Ist’in yeni programının ismini koyduğumda bir arama yaptım, ve karşıma yine Fazıl Hüsnü Dağlarca çıktı.* Böylece bu işin iyiliğine inancım perçinlenmiş oldu. Spolin-Ist Oyun Okulu 2018 – 19 eğitim yılı programı çok yakında spolinist.com dan duyurulacak.
Daha ne yazayım, bizi izlemeye devam edin 🙂

Ege.

Ağustos 2018, Istanbul

Defne ve Öylece Donakalmak

Defne tatilde

Yeğenim Defne 8 aylık. Kendisi 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nde doğumundan bu yana sanki bir ortaokul aşkı gibi rüyalarıma giriyor. Istanbul’da onu görmeye giderken kalbim pır pır ediyor, havaalanına adım atar atmaz Defne’yi ne zaman görebilirim diye hesaplar yapmaya başlıyorum. Uzakta olmak kolay değil… bir rakı-balık özlemi bir de Defne özlemi…
Defne çok hareketli bir bebek. Aşağıdaki videonun bir anlam ifade etmesi için bu bilgiyi önceden vermem gerekli. Hep bir zıplama, hoplama, önüne gelen herşeyi avuçlama, ayağa kalkma çabaları içinde.
New York’daki fırtına haberlerini duyduktan sonra skype’laştığımızda kamera karşısında yine hareket halindeydi. Ta ki Emir piyano çalmaya başlayana kadar. Mozart’ın ”Daha Dün Annemizin…” diye bildiğimiz Fransız çocuk şarkısının melodisine yazdığı varyasyonlardan biraz çaldı Emir, ben de kamerayı ona yönlendirdim. Defne öylece kalakaldı. Mozart’ın çocuklara etkisini hepimiz biliyoruz. Defne’nin donakalışının bir sebebi de ilk defa piyano görüyor olmasıydı. Tabii o, bu basınca ses cıkaran şeyin ‘piyano’ olduğunu bilmiyor. Etiket koymuyor gördüklerine. O etiketleri ‘Bak bu piyano’ diyerek biz öğretiyoruz ona.
Annesi Şebnem, hemen ardından geçen hafta Defne’nin fayton gördüğünde ağzı açık donakalışını anlattı ve ardından aşağıdaki videoda göreceklerinizi.
Henüz 8 aylık taptaze gözleri ve hisleri ile Defne kendi dişleri de dahil olmak üzere herşeyle yeni tanışıyor; renkler, şeyler, insanlar, hayvanlar, duygular, yiyecekler, sesler, müzik… herşey onun için bir ‘novel experience’ yani ‘yeni deneyim’.
Hepimiz hayatta görünce, duyunca, dokununca öylece donakalacağımız şeylerin peşindeyiz. Bir manzara görüp kalakalmak, bir meyva ısırıp gözlerimizi açarak öylece tadını almak, bir kadın ya da erkek görüp donakalmak, bir çift ayakkabı görüp vitrinin camına yapışıvermek (kadın okuyucular ne demek istediğimi çok iyi biliyorlar)… Böyle düşündüğünüzde dünya ekonomisi bizim öylece donakaldığımız nesneler üzerine kurulu.
Üretilen nesneler işin bir kısmı, bir de ne mutlu ki dünyada sanat ve doğa var. Değerini bilenler için güzel bir müzik, bir ressamın seçtiği renkler, bir yazarın bazen tek bir cümlesi, bir performansçının sahnedeki duruşu, bir koreografın yarattığı sahne hareketi (…) zamanı durduruverir. Ben en son Hüseyin Sermet *’in Deutsche Senfoni ile verdiği konserde donakalmıştım ve bir yaz sabahı boğaz kenarında kahvaltı ettikten sonra Istanbul Boğazından geçen tankerleri izlerken, bir de New York’un sonbaharı ne zaman bana kendini farkettirirse, sarı-yeşil-kırmızı ağaçlara bakıp, duruyorum. Kasım’da İstanbul’a gitmeden New York Modern Sanat Müzesi MOMA‘yı ziyaret edip öylece kalakalmayı planlıyorum.
Maalesef büyüdükçe o kadar çok zırva ile doluyor ki kafamız ve etrafımız, sanki duyularımızı kaybediyoruz. Ve herşeyi bildiğimizi zannederek es geçiyoruz müziği, dolunayı, bir bebeğin ayağa kalkma çabasını… Öylece donakaldığımız şeyler yalnızca pahalı ve yeni şeyler olmaya başladığında ise durum en fenası! Çünkü zamanla bunların sadece ‘şeyler’ olduğunu unutuyoruz. Asıl aradığımız ise şeyler değil, deneyimler. Çünkü satın aldığımız yeni arabada da hoşumuza giden şey bize yaşattığı deneyim. Bu yüzden de yeni deneyimlerin farkında olmak yeni şeylerin peşinde koşmak demek değil. Deneyimin niteliği biraz da bizim onu farkedebilmemizde saklı. Sizin için piyano çalan biri şöyle bir bakıp sonra kafanızı Iphone’unuza çevireceğiniz ya da arkadaşınızla sohbete devam edeceğiniz birşey de olabilir, öylece durup o anda olan o şeye zaman ayıracagınız, merak edip, keyif alacagınız birşey de.
Araştırmalar zeki insanların ‘Novel experience **‘, ‘yeni deneyim’e daha açık olduğunu söylüyor. Viola Spolin de kitabında yeteneği deneyime açık olmak kapasitesi ile eşleştiriyor.
Deneyime açık olmak Defne için kolay, biz yetişkinler için ise zor. Herkese hayatın koşturmacasında öylece durakalacağınız yeni deneyimlerle dolu bir kış mevsimi diliyorum.
İşte Defne’nin yeni deneyimlerinden biri :

* İlk link sizi Sermet’in Chopin’in 2. Koncertosunu çaldığı konsere götürecek. Eşim Emir Gamsızoğlu’nun piyano hocası olan Sermet ne zaman şehrinize konsere gelirse koşarak bilet almanızı tavsiye ederim.
** Bu link de sizi sosyolog ve psikolog Mihaly Csikszentmihalyi’nin akış kavramını anlattığı TED konuşmasına götürecek. Mihaly ile oyunculuk hocam George Morrison sayesinde tanıştım. Spolin Atölyeleri‘nde akış halinde olma konusundan sıkça bahsediyoruz. Konuşma ingilizcedir, videonun sağ alt köşesinden Türkçe altyazı açabilirsiniz.